TATİL EV ÖDEVİ

Öğretmenin 15 Tatil İçin Öğrencilerine Verdiği Ev Ödevi Paylaşım Rekorları Kırıyor
Lider Eğitimci Yazarlar Derneğimiz Niğde İl Temsilcimiz değerli Ümit DEVECİ öğretmenimize ait örnek bir tatil ödevi:
1-Bolca dinlenin, sonra deli gibi eğlenin, koşun, oynayın, yine dinlenin, yine deli gibi koşun.. Bunları sürekli yapın..
2-Tatil süresince en az bir kere AİLECE tiyatro ya da sinemaya gidin.
3-Tatil süresince “EKRANLARINIZLA değil, AKRANLARINIZLA” vakit geçirin. Güvenli alanlarda birlikte oynamaya özen gösterin.
4-Ülkesini gezmeyen, ülkesini bilemez. Ülkesini bilmeyen de ülkesini sevemez. Bu yüzden seyahate çıkarsanız ailece gitmeye çalışın. Bu konuda sahip olduğunuz bilgi ve genel kültür oldukça etkileyici. Ben birçoğunuzun ailesin sizleri başka şehirlere götürdüğünü biliyorum. Her zamanki meraklı halinizle gittiğiniz yerleri öğrenin ve aklınızda tutun. Oralardan bana bol bol fotoğraf yollayın.
5-Aile büyüklerinizi fırsat buldukça ziyaret edin. Sık sık yanlarına gidin ki sizi şımartmak için onlarda bol bol zaman bulsunlar. Ellerinden öpün ve benimde selamlarımı iletin.
6-Eğer yeterince kar yağarsa hepinizden en az bir tane kardan adam bekliyorum. Yaptığınız kardan adamları mutlaka fotoğraflayın ve bana gönderin. İletişim gurubumuzda aileler arası en ilginç kardan adam yarışması yapacağız.
7-Zorlu kış şartlarında çevremizdeki hayvan dostlarımızı unutmayalım. Artan yemek, ekmek, pilav ve diğer yiyecekleri onların ulaşabileceği yerlere bırakalım. Unutmayın, onlar hiç olmadıkları kadar bizlerin sevgisine ve ilgisine muhtaçlar. Hepimizin balkonlarında yer alan kuş yemliklerimizi ara sıra kontrol etmeyi unutmayalım. Bu sayede sizinle birlikte kışın zor günlerini atlatıp, bahara sağ salim ulaşmayı başaran kaç tane kuş olacağını asla bilemezsiniz ama emin olun düşündüğünüzden fazla olacaktır.
8-Gün içinde ve akşamları okuma saatlerimize özenle devam edelim. Unutmayın; Annemizin harika yemekleri vücudumuzu, kitaplar ise ruhumuzu ve kişiliğimizi geliştirir.
9-Son olarak beni aramak istediğiniz zaman bir bahaneye ihtiyacınız yok. Sesinizi duymayı her zaman isterim. Siz beni özlediğiniz zaman, ben sizi daha fazla özlemiş olacağım. Telefonum anne ve babalarınızda, hatta bazılarınızın dedesinde bile var. Sizlerden tatil boyunca bir telefon kadar uzakta olacağım. Dilediğiniz zaman beni arayabilirsiniz. Yaptığınız bütün etkinlikleri fotoğraflayarak isterseniz özelden bana, isterseniz sınıf gurubumuzda paylaşabilirsiniz.
Hepinize iyi tatiller dilerim. Görüşmek üzere..
Ümit DEVECİ

1985 YILINDAN ÖNCE DOĞANLAR

50 – 60 – 70 – 80′ li yıllarda mı büyüdün? Nasıl oldu da hayatta kalmayı başardın?
1.- Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları ve kesinlikle hava yastıkları yoktu.
2.- Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi.
3.- Bebek yatakları ve oyuncaklar renkliydi. Ya da en azından kurşunlu, muhtelif zehirli maddeler ile boyanmıştı.
4.- Prizlerin, araba kapılarının, ilaç şişelerin ve kimyasal ev temizleyicilerinin üzerinde çocuk kilitleri yoktu…
5.- Kasksız bisiklete biniliyordu.
6.- Steril su şişelerinden değil de bahçe hortumundan ya da muhtelif başka kaynaklardan su içiliyordu…
7.- Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti.
8.- Cep telefonu yoktu ve hiç kimse nerelerde gezdiğimizi bilmiyordu. İnanılmaz…
9.- Okul öğlen bitiyordu… Ve öğlen yemeği için evimize geliyorduk.
10.- Bir sürü yaramız, kırılmış kemiğimiz ve kırılmış dişimiz vardı, fakat hiçbir zaman birileri bu yüzden mahkemeye verilmiyordu. Kendimizden başka kimse sorumlu değildi.
11.- Bolca tatlılar ve tereyağlı ekmekler yiyorduk, ve gerçek şekerli içecekler içiyorduk ve hiç kilo sorunumuz olmazdı – çünkü hep dışarda oynardık, aktif olarak …
12.- Dört çocuk bir limonatayı paylaşabiliyorduk… aynı bardaktan içebiliyorduk, ve kimse bu yüzden ölmüyordu.
13.- Playstation, Nintendo 64, X boxes, Video oyunlarımız, 99 kablolu kanalımız, Dolby surround, Cep telefonumuz, Bilgisayarımız, Internet de Chat odalarımız YOKTU. onun yerine ARKADAŞLARIMIZ vardı bolca!!!
14.- Yürüyerek veya bisiklet ile uzakta oturan arkadaşlarımızı ziyaret edebiliyorduk, kapılarını çalıp hatta çalmayarak içeri girip onları oyun oynamaya çağırabiliyorduk!!!
15.- Evet dışarda, o acımasız korkunç dünyada! Korumamız olmadan! Nasıl mümkün oluyordu bu? Tek kale üzerine maç yapardık ve birisi takıma alınmadığında psikolojik travma oluşmuyordu ya da dünyanın sonu gelmiyordu.
16.- Bazı öğrenciler diğer öğrenciler gibi başarılı değildi ve sınıfta kalabiliyordu. Fakat bu yüzden kimse Psikoloğa ya da Pedagoga gönderilmiyordu. Kimsede Dislexia, konsantrasyon sorunu veya hiperaktivite yoktu, basitçe o okul yılını tekrarlıyordu.
17.- Özgürlüğümüz, üzüntülerimiz, başarılarımız, görevlerimiz vardı… Ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.
Soru: nasıl oldu da bütün bunlara rağmen hayatta kalmayı başardık??? Ve daha da önemlisi kendi kişiliğimizi bu şartlar altında nasıl oldu da geliştirebildik??? Sen de bu jenerasyondan mısın? Şimdiki çocuklar büyük bir olasılık ile bizim yaşama şeklimizi sıkıcı bulacaklar – fakat- bizler çok güzel ve mutlu yaşadık! Dİ Mİ AMA?

HAYATA DAİR

1- Ufak şeyleri dert etmeyin.
2- Erkenden kalkmaya alışın.
3- Hayatı olduğu gibi kabul edin.
4- Tenkit etme isteğinizi bastırın.
5- Bırakın ara sıra canınız sıkılsın.
6- Rasgele iyilikler yapmaya çalışın.
7- Başkalarını suçlamayı artık bırakın.
8- Her şeye hakim olmaya çalışmayın.
9- Her an bir şeyler öğrenmeye açık olun.
10- İnsanların gözlerine bakın ve gülümseyin.
11- Bırakın, çoğu zaman başkaları haklı olsun.
12- Herkesin onayını alamayacağınızı unutmayın.
13- Her gün biraz vaktinizi minnettarlık için harcayın.
14- Hizmeti hayatın değişmez bir parçası haline getirin.

BU İNSANLARI HAYATINIZDAN ÇIKARIN

  1. Sizi strese sokan kişiler.
    Stres her zaman kötü bir şey değildir. Sizi harekete geçmeye motive ediyorsa sağlıklı bir şeydir. …Ancak sizi insanlar değil, olaylar strese sokmalıdır. Hayatınızda sizi sürekli olarak strese sokan insanlar varsa, zihniniz size onları hayatınızdan çıkarmanızı söylüyor demektir.
  2. Sizi kullanan kişiler.
    Adeta bir parazit gibi bizden beslenen kişileri eleyin. Bu tür insanların hayatınızda yeri olmamalıdır. Onları yeni yıla götürmeyin.
  3. Size saygı duymayan kişiler.
    Saygılı insanlar saygı gösterilmeyi de hak eder. Hayatınızda sizin onlara gösterdiğiniz saygıyı size göstermeyen kişiler varsa onları kendinizden uzaklaştırın.
  4. Sizi daima kıran kişiler.
    Bazen insanlar bizi kırdıkça biz onlara hayatımızda daha çok yer veririz. Hayatımızdaki kişiler değer verdiğimiz ve bize değer veren insanlardır-ya da öyle olmalıdır- Bu nedenle sizi sürekli olarak kıran insanları hayatınızdan çıkarın. Acı, ancak size bir ders verirse iyidir. Bu durumda ders, başkalarının sizi kum torbası olarak kullanmasına dur demenizdir.
  5. Size durmadan yalan söyleyen kişiler.
    Dürüst insanlarla olun. Yalancılara gereksiniminiz yok.
  6. Yüzünüze gülüp arkanızdan hakaret eden kişiler.
    Bu insanlara kıllarından geçenleri size söylemeye cesaret edemeyen korkaklardır. Bunlar size arkadaşınızmış gibi davranırken dünyanın geri kalanına sizin işe yaramaz biri olduğunuzu söylerler. Bu kişiler sizin prestijinizi yok ederler. Sadece aptallar hayatlarında böyle insanlarla yeni bir yıla başlarlar.
  7. Sizi umursamayan, ancak umursuyormuş gibi görünen kişiler.
    Bunlar sizin sahte arkadaşlarınızdır. Çok eğlencelidirler, sizin yardımınızı mutlulukla kabul ederler. Siz onlara ihtiyaç duyduğunuzda ise mucizevi şekilde yok olurlar. Bu kişiler sizde yanlış bir güvenlik hissi oluşturduğundan çok zararlı insanlardır.
  8. Sizi eski hayatınıza geri çekmek isteyenler.
    Hayat ancak sürekli gelişiyorsa ilginç ve heyecanlıdır. Ancak sürekli ilerliyorsanız, sürekli kendinizi ve çevrenizi geliştiriyorsanız, mutluluk ve huzuru bulabilirsiniz. Çoğu kişi kendilerini eski hayatlarına çekmeye çalışan insanları hayatlarında tutmaya devam eder. Bu kişilere dikkat edin, tespit edilmeleri zordur ve sizin çok çalışarak sağladığınız ilerlemeyi geri çevirirler.
  9. Sizi engelleyen kişiler.
    Zaman geçtikçe bizim de ümit ve hedeflerimiz değişir. Hayatınızdaki birçok kişi sizin oluşturmaya çalıştığınız türde bir hayatı yaşamak istemeyecek ve sizi kendi istedikleri hayat tarzına çekmeye çalışacaklardır. Çoğu zaman insanlar tamamen farklı şeyler hedefleyen kişilerle sarılı olduklarından hayallerindeki hayatı kurmayı başaramazlar.
    Hedefleriniz uyuşmuyorsa hayatlarınız da uyuşmayacaktır.
    Sadece ne yapacağınızı değil, kiminle yapacağınızı da dikkatli seçmelisiniz. Aynı anda ancak belirli sayıda sağlam ilişkiyi sürdürebilirsiniz. Fazlasını yürütmek için gereken zaman, enerji ya da konsantrasyon çoğu kez bulunmaz. Hayatınızı işe yaramaz insanlarla doldurursanız, işe yaramaz bir hayat kurmanız kaçınılmazdır. Eğer bir kişinin sizin hayatınıza katkısı yoksa salıverin gitsin.
    Onları eski yılda bırakın ve bu yıl daha iyi bir dostluk halkası oluşturun.
    Not: Paul Hudson tarafından Elite Daily adlı sitede yazılan “10 Toxic People You Shouldn’t Bring With You Into The New Year” başlıklı yazıdan özetlenerek tercüme edilmiştir
    Alıntı

SİZİ DAHA GÜÇLÜ YAPACAK 7 ACIMASIZ GERÇEK

Çoğu zaman zayıflıklarımızı kendimize itiraf etmekte zorlanırız ve bahaneler üretiriz. Hayatlarımızın büyük bölümünü beklemekle geçiririz: bir şeyin olmasını bekleriz, bir şeyin bitmesini bekleriz, bir şeyin başlamasını bekleriz. Fakat o bir şey çoğunlukla hayatın kendisidir. Peki neden bekliyoruz? Hayatın acı gerçekleriyle yüzleşmenin ve ertelemeyi bırakarak çalışmaya başlamanın zamanı gelmedi mi? Öyleyse bizi daha güçlü yapacak acımasız gerçeklerle yüzleşelim.
1.KİMSE SİZE CEVAP VEREMEYECEK KADAR MEŞGUL DEĞİL
O kız veya o çocuk mesajınıza cevap veremeyecek kadar meşgul değil. Ve müstakbel çalışanınız da sizi arayamayacak kadar iş yüküne sahip değil. İnsanlar daima değer verdikleri kişiler için zaman ayırabilirler, bunu unutmayın.
Eğer birinden cevap alamıyorsanız, bu cevap vermek istemediği içindir. Size kötü davranan insanlar için mazeret üretmeyi ne kadar erken bırakırsanız, size saygı duyan kişilerle o kadar çabuk yakınlaşırsınız.
2.HERKES KENDİ ÇIKARLARINI ÖNCELER
Ne kadar iyi kalpli, sevecen ve değer veren insanlar olurlarsa olsunlar, herkes kendi çıkarlarını sizinkilerinin önüne koyar. Pek çok insan sizden mümkün olduğunca fazlasını almaya çalışır. Bu yüzden limitlerinizi belirleyin ve diğer insanların bu limitleri esnetmesine izin vermeyin. Güçlü insanlar gerektiğinde karşı çıkmaktan ve hayır demekten korkmazlar.
3.HERKESİ MUTLU ETMEK İMKANSIZDIR
Hayatınızdaki herkesin size her dediğini yapsaydınız, muhtemelen delirirdiniz yahut ruhsuz, şekilsiz ve duygusuz bir balon olurdunuz. Gerçek şu ki, asla herkesi mutlu edemezsiniz. Elinizden geleni yapsanız da bu imkansızdır. Daima seçimlerinizi onaylamayan birileri olacaktır. Ne yaparsanız yapın sizi eleştiren birileri olacaktır. Bu yüzden kendinize doğru gelen seçimleri yapın ve bunları uygulayacak cesarete sahip olun.
4.DÜNYA SİZE HİÇBİR ŞEY BORÇLU DEĞİL
Dünyadaki en havalı, en zeki, en ilginç insan olabilirsiniz; ancak sizden başka kimse bunların farkında değilse, elinize hiçbir şey geçmez.
İki temel seçeneğiniz var: bütün hayatınızı daha iyisini hak ettiğiniz için kendinize üzülerek geçirebilirsiniz yahut istediğinizi almak için bir adım atarsınız. Bilin bakalım başarılı insanlar hangisini tercih ediyor?
5.KENDİNİZ İÇİN MAZERETLER ÜRETİYORSUNUZ
Bütün hayatınızı olmayan paranız, enerjiniz ve kaynaklarınız için başkalarını suçlayarak geçirebilirsiniz. Aslına bakarsanız mazeretleriniz mantıklı da gelebilir; ancak unutmayın ki dünya üzerindeki herkesin istediği hayatı yaşayamadığı için ürettiği en az bir mantıklı mazereti vardır. Hayattan en fazlasını alanlar, mazeret üretmeyenlerdir. Engellere takılmak yerine onları aşmanın bir yolunu bulurlar. İşte bu yüzden daima başarılılar.
6.AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ
Bütün gün evde daha iyi bir dünyanın hayalini kurabilirsiniz, ancak kalkıp bir şeyler yapmaya başlamadan fark yaratamazsınız. Büyük planlar yapma yeteneğine sahip olmak iyidir, ancak amacınız için birkaç adımla süslemezseniz bir işe yaramaz. Hatırlayın, niyetlerimizden çok amellerimizle yargılanacağız.
7.KİMSE SİZİ O HAYATTAN KURTARMAYACAK
Hayatta daima bir şeyleri bekleriz. Doğru insan bekleriz, hayalimizin gerçek olmasını bekleriz, başvurduğumuz yeni işten bir telefon bekleriz. Sahip olduklarımızla mutlu olamadığımızda bir mucizenin gerçekleşmesini ve bütün problemlerimizi çözmesini bekleriz.
Ancak hayat böyle işlemez. Sorunlarımız sihirli bir değnekle hallolmaz. Eğer hayatınızda bir değişiklik yapmak istiyorsanız, bunun için gerekli adımları atan kişinin siz olmanız gerekiyor.
Güçlü insanlar şu basit gerçeği bilirler: Zor zamanlar geldiğinde başkalarından yardım beklenmez, tek yapmanız gereken kendinize güvenmektir.

ÇOCUKLAR

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil. Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır. Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil. Çünkü ruhlar yarındadır, Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz. Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları Kendiniz gibi olmaya zorlamayın. Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur. Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. Okçunun önünde kıvançla eğilin Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.
KHALIL GIBRAN

YAŞAMI ERTELEMEK

Beni her ölüm etkiler. Tanımasam bile üzülürüm Yitirilmiş ümitlere… Hiç gerçekleşmeyecek ideallere, Yaşanmamış sevgilere üzülürüm… Bu yüzden, korkarım yaşamı ertelemekten. Ne yapılması, ne söylenmesi gerekiyorsa Söylenmeli, yapılmalı. Seviyorsanız, sevdiğinizi bugün söyleyin. Sevdanızı bugün yaşayın. İşinizde yapılacak ne varsa Bir an önce yapın. Yarın çok geç olabilir… Bir anda bitebilir her şey. Yaşamak için acele edin bence. Kısa yaşanmışlıklar, Yaşanmamışlıklardan daha iyidir. Geriye dönüp baktığınızda “keşke”ler Çoğunlukta olmasın. Uzun vadeli hedefler için bile Bugünden harekete geçmeli. Yarınlar çok uzakta olabilir. Daha okulda başlamıyor muyuz Ertelemeye yaşamı? Hep yarına yatırım, bu günü sonra Yaşamacasına… “İşe gireyim, sonra…” “Evleneyim, sonra…” “Çocuklar büyüsün, sonra…” “Emekli olayım, sonra…” Sonra… Sonra… Sonra… Bu sürecin başında, ortasında, Yaşam her an sona erebilir. Sonrası olmayabilir. Fedakârlıklar güzel ama unutmayalım: Herkes kendi hayatını yaşar… Ertelenen sevdaların bedelini ödemiyor yaşam.
Tayfun Talipoğlu

YAŞAM TRENİ

Doğarken bindiğimiz trende anne ve babamızla tanıştık. O zamanlar onların hep bizimle seyahat edeceklerini sanıyorduk. Oysa istasyonun birinde onlar trenden ineceklerdi ve bizi yolculuğumuzda yalnız bırakacaklardı. Zamanla trene başkaları da bindi ve bizim için önemliydiler. Kardeşlerimiz, arkadaşlar, çocuklarımız, hatta hayatımızın aşkı… Birçoğu inmiştir arkalarında üstelik de kalıcı bir boşluk bırakarak. Kimisinin de eksikliği o kadar fark edilmez olmuştur ki, yerlerinin boşluğunu bile fark edememişizdir.. Bu tren yolculuğu neşe, keder, hayaller, beklentiler, merhabalar, Allaha ısmarladıkları ve vedalarla doludur. Burada başarı, tüm yolcularla iyi ilişkilerde olmaktır. Bunun için de elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız.. Ancak, hepimizin karşı karşıya olduğu bir muamma var: Hiçbirimiz hangi istasyonda ineceğimizi bilmiyoruz. İşte bunun içindir ki, En iyi şekilde yaşamalı, en iyi şekilde sevmeli, affetmeli, olduğumuzun en iyisini yansıtmalıyız. Burası çok önemli çünkü trenden inip de yerlerimizi boş bırakacağımız da yaşam treninde yolculuğa devam edeceklerde güzel anılar bırakmalıyız. Öyleyse yaşam treninde size iyi yolculuklar diliyorum. Çok sevgi verin, başarı biçin! Son olarak da, trenimde yolcu olduğunuz için her birinize teşekkür ederim. Ha, unutmadan! Şahsen trenden bu yakınlarda inmeye hiç niyetim yok! Yine de, ola ki indim, sizinle seyahat bir zevkti! İyi ki binmişsiniz!

CAHİL CESARETİ

Dunning-Kruger Sendromu
Televizyon izlerken birilerine bakıp da “Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş” diye düşündüğünüz oldu mu hiç?
Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı?; onlara bakıp “Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?” diye iç geçirdiniz mi?
Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD’li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, meteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
Bitmedi…
Cornell Üniversitesi’ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik “Nasıl geçti?” sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi…
Soruların yüzde 10’una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların “testin yüzde 60’ına doğru yanıt verdiklerini” düşündükleri; hatta “iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları” ortaya çıktı.
Soruların yüzde 90’ından fazlasını doğru yanıtlayanlar ise “en alçak gönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70′ ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.
Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu’nun metni yazıldı:
“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.
‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.
Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü’ davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler… Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler… Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar…”
N’olur fazla mütevazi olmayın!…
“Siz de çevrenize şöyle bir bakın” diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti…
Bence Dunning ile Kruger’in, bu çalışmalarıyla 2000’de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi’nin Ig Nobel’ini alma nedeni “cahil olmamalarıydı”.
Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel’in bir sözüyle bitiriyorum:
“Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”
(Alıntıdır)

BİZ KİMDİK BİLİYOR MUSUNUZ?

Kesme şekeri ilk gördüğümüzde, buna nasıl şekil vermişler de böyle olmuş diye heyecanlanan çocuklardık biz.
Bir gün benim de bir uçan balonum olsa diye hayaller kurarak uykulara dalan hüzünlü çocuklardık biz.
Karnemize zayıf düşürdüğümüzde, ailemize bunu nasıl izah edeceğiz diye yüzü kızaran çocuklardık biz.
Ahizeli telefonlara kimin aradığını bilmeden, herkesten önce ilk alo’yu diyebilmek için koşan telaşlı çocuklardık biz.
Siyah beyaz televizyonlar ile gördüklerimizin rengini hayal eden, yayın bitince okunan İstiklal Marşımızı duyduğumuz anda yattığımız yerden ayağa kalkıp saygı duruşu yapan onurlu çocuklardık biz.
Doğum günlerimizde kendisine kitap armağan edilen, gazetelerden günlerce kupon biriktirilerek sahip olduğumuz Temel Britannica, Meydan Larousse, Gelişim Hachette gibi merak ettiklerimizi öğrenmeye çalışan ansiklopedi çocuklarıydık biz.
Uzaktan kumandalı televizyonla ilk tanışmamızda oturduğumuz yerden sadece 3-5 kanalı değiştirebildiğimiz halde mutlu olan mütevazı çocuklardık biz.
Belediye otobüslerinde, hamile, yaşlı teyze ve amcaları gördüğümüzde yerimizi onlara vermek için ayağa kalkan merhametli çocuklardık biz.
Bayramlarda bizleri lavabo pompası gibi öpen teyzelerin verdiği mendilleri, harçlık veren amcaları, dedeleri özleyen, kazandığımız paraları, gençlik parkındaki çarpışan otolara binerek harcanan çocuklardık biz.
Kışın soğuklarında pekmez ile tahini karıp yiyen, üşümemek için içimize yünlü içlik giyen garip çocuklardık biz.
Sokaklarda gazoz kapağı toplayıp, mektup pullarından koleksiyon yapan, akşam ezanı okundu mu dayak yememek için evlere koşan çocuklardık biz.
Sütü bakkaldan alamayıp, hafta sonları mahallenin sütçüsünü elimizde tencerelerle bekleyen, sonra o sütü kaynatıp üzerindeki kaymağı afiyetle yiyen, komşudan aldığımız maya ile o sütün yoğurt olmasını bekleyen sabırlı çocuklardık biz.
Kışlık kazaklarımızı güveler yemesin diye bolca naftalinleyip valizlerde eşyalarını saklayan umutlu çocuklardık biz.
Komşu apartmanların meyve ağaçlarına gizlice çıkan, dalından meyve yemenin zevkini çıkartan ama yaptığıyla da utanan, içinde “Allah” korkusu olan çocuklardık biz.
Bizden bir yaş dahi büyüklerimize abi, abla diyecek kadar saygılı olan çocuklardık biz.
Mahallemizde kızlarla erkeklerle toplaşıp yakan top, yedi kiremit oynayan, küfür etmeyi bilmeyen centilmen çocuklardık biz.
Evde çorba diye sadece tarhana ve mercimek çorbası içen, dışarıda domates çorbasının üstüne kaşar serpildiğini gördüğünde sündüre sündüre o çorbayı içmeyi beceremeyen masum çocuklardık biz.
Çikolatanın tadını bayramdan bayrama bilen, pötibör bisküvi arasına sade lokumu bastırıp pasta niyetine afiyetle yiyen mutlu çocuklardık biz.
Mahallemizden geçen macuncu, simitçi, pamuk ve elma şeker satıcılarını gördüğümüzde heyecanlanan yokluğu bilen çocuklardık biz.
Siyah önlükleri, beyaz yakaları olan, sabahları okulda Andımızı bağıra bağıra söyleyen vatansever çocuklardık biz.
Daha sizlere ne söyleyeyim,
Bizlerin o tatlı ve telaşlı heyecanlarından şimdi ne kaldı.
Aslında bizler çok şanslı ve çok mutluyduk!..
Bu yazdıklarımı okuyun ve bizleri biraz hissedin..
İşte biz böyleydik zamane çocukları!
Alıntı

ANNELERİMİZ BİZE NELER ÖĞRETTİ

Duaların gücünü öğretti: Yat, kalk dua et ki baban müzik setinin bozulduğunu fark etmedi..
Mantıklı düşünmeyi öğretti: Ben öyle diyorsam öyledir!
İleri görüşlülüğü öğretti: Çıkmadan önce temiz bir çamaşır giy. Yolda Allah korusun başına bir şey gelir, kirli çamaşırla etrafa rezil olursun
Trajikomikliği öğretti: Sen daha gülmeye devam et, birazdan ben seni tam güldürecem.
Çelişkileri öğretti: Kapa çeneni çorbanı iç!!
Dayanıklılığı öğretti: O ıspanak bitene kadar sofradan kalkmak YOK !!!
Meteorolojiyi öğretti: Su dağınıklığa bak.. Yabancı biri görse, odadan kasırga geçmiş sanar.
Abartmayı öğretti: Sana 500 bin defa söyledim, kirli ayakkabılarınla içeri girme diye..
Korkmayı öğretti: Dinleme bakalım, anne sözü dinleme! Kafana meteor düşecek kenara çekil diye bağırsam, onu bile dinlemezsin di mi?
Kıskanmayı öğretti: Dünyada senin annen baban gibi mükemmel bir aileye sahip olmayan, kaç milyon çocuk var biliyor musun?
Sabırlı olmayı öğretti: Baban eve gelsin sen görürsün..
Diyalog kurmayı öğretti: Sana bir şey sorduğumda cevap ver!
Ne söyleyeyim anne?
Sus!! Bana cevap verme!!
Tıp bilgilerini öğretti: Gözlerini şaşı yaparken bir gün öyle kalıvereceksin.
Olgunluğu öğretti: Bu tabağın hepsini bitirmezsen asla büyüyemezsin
Genetiği öğretti: Bütün kötü huyların babana çekti..
Bilgeliği öğretti: Benim yaşıma gel de anlarsın o zaman..
Ve, adaleti öğretti: Bir gün senin de çocukların olacak.. İnşallah onlar da sana simdi bana yaptıklarını yaparlar.

CEM BOYNER

Cem Boyner’in şirketlerine yolladığı yazı
Herkeste bir gitme arzusu. Dolar uçuşa geçmiş, başkanlık tartışmaları canını sıkıyor, sınırımızda savaş, içeride terör belası, biliyorum…
Ama, nereye gideceksin ki zaten?
Memleketin içinde debeleneceksen, git. Şehirden sıkıldıysan, trafikteki kornalar ruhunda çalıyorsa, asansördeki selamsız adam yüzüne bön bön bakıyorsa, damızlık bir tip omuz atıp geçiyorsa sokakta, masandaki dosyalar çalıştığın plazanın maketi gibi yükseliyorsa önünde, yürüyen bantta gibi hissediyorsan hayatta kendini; git.
Küçük bir kasabaya git, yerleş. Küçül, kalabalıktan uzaklaş, ruhunu temizle. Ama sıkılırsan, gel.
Artık Amerika’yı falan unut bir kere. Bu seçimden sonra oraya gidip anca beyaz Amerikalıların çimlerini biçersin. Amerikalılar Kanada’ya kapağı atmak için başvuru sitelerini çökertiyorlar yoğunluktan, senin orada ne işin var?
Meksikalılar, Kübalılar, El Salvadorlular, Porto Rikolular işgal etmiş zaten memleketi. İngilizcen yetmez, İspanyolcayı ana dil yapman lazım. Hintliler, Çinliler neredeyse bir Avrupa ülkesi kadar kalabalıklar. Sen işini gücünü bırakacaksın da, Amerika’ya yerleşeceksin cıbıl cıbıl. Kendine Türk arkadaş arayacaksın. Sonra sorgulayacaksın kendini, bu arkadaşımla Türkiye’de olsak arkadaşlık eder miyim?
Almanya’ya da gitme mesela. Büyük şişersin. Saat dokuz dedin mi sokakta adam bulamazsın. Oranın düzeni bizim insanı ruh hastası yapar. Karınca gibi planlı, düzenli, analitik olamazsın sen. İllaki kaytarmak isteyeceksin, bir kısa yol bulmaya çalışacaksın hayatta. Almanya’da yemez bunlar. Burada Almancı, Almanya’da yabancı olacaksın. Kapını bir kez çalmayacak hiç bir Alman komşun. Anca fazlaca gürültü yaparsan ‘Polizei’ gelecek kapına, ona dert anlatacaksın.
Uzak yerlere gitme. Avusturalya misal. Ya da dünyanın en yaşanılası yeri falan diye Yeni Zelanda’yı hedefleme. Arkanda kimse bırakmadın mı? Birine bir şey olsa, dönüp gelemezsin. Dünyanın bir ucu dedikleri yer oralar işte. Çok medeniymiş, çok mutluymuş insanlar. Evet öyle. Ama sen onlardan değilsin ki? Yanında kafanı da alıp götürdüğün için, Sydney’de bir kafede mutlu mutlu oturup ilkokul arkadaşın Samet’in Facebook sayfasına bakacaksın.
Çok soğuk yerlere de gitme. Herkesin medeniyet rüyası Kanada’ya sakın gitme mesela. Tam on bir yıl orada kalıp dönen arkadaşıma ‘neden döndün oğlum, manyak mısın?’ deyince, on bir yılını şöyle özetlediydi: ‘çok soğuk oğlum!’
Soğuk yere alışamazsın sen. Bizim bünyeler güneş ister. Bazen günün ortasında felekten bir saat çalıp, güneşin alnında malak gibi duralamak ister bizim bedenler. Bir de çay oldu mu yanında. Hele bir de senin gibi işsiz güçsüz bir dost, ömre bedel…
Kapının önündeki 3 ton karı küremezsin sen Kanada’da. Ellerin plaza eli, bedenin Akdeniz bedeni. Birine yaptırayım desen, Türkiye’deki Genel Müdür maaşını isterler. Sinirlenip kürek takımı alırsın, iki kürer, sonra bakakalırsın.
Çok medeni, mekanik Avrupa’da bir yer seçme Almanya dışında da. Irkçılık almış başını gidiyor. Birinci sınıf vatandaş olamayacağın bir memlekette nasıl huzur bulacaksın? Kara kafalar diyorlar bizim gibilere İskandinav dostlar, bilir misin?

  • Ben çipil sarışınım arkadaş, kendimi aryan ırk arasına yediririm,
  • Gider orada bir Türk mahallesine yerleşirim, Brüksel’de Burdurlular Kahvehanesinde takılırım,
  • Biz zaten İtalyan’a benziyoruz milletçe, aralarına karıştım mı kimse anlamaz, gibilerinden bir diyeceğin varsa sen bilirsin.
    Ama gittiğin yerde hep yabancı kalacaksın, unutma. Türk kahvesinde bir Euro’ya içtiğin ince belli çay bile hasret kokacak.
    İngiltere’yi hiç düşünme. Çünkü İngiltere deyince Londra’yı düşlüyorsun biliyorum. Gofret kolisinden hallice bir apartman dairesine, Türkiye’deki yıllık maaşının yarısını vereceksin bir ayda. O da Londra’nın merkezinde falan değil ha, trene binip şehre gideceğin mesafede. Hesabını baştan yap. Londra’nın merkezinde oturman için ya bir prensle evleneceksin, ya da Chelsea’de top oynayacaksın. İkisi için de geç değil dersen, bilemem. Bence para biriktireceğine antrenmanlara başla, daha büyük bir olasılık var.
    Sürekli yağan yağmurunu, hep kapalı havasını saymıyorum. Bizi bozar. Sütlü çayını içer, içinden bir Ege türküsü söylersin.
    Londra dışını hiç düşünme sakın. Adanın diğer bölgelerinde misal bir pub’a girsen gece yanlışlıkla, kırmızı burunlu holigan abilerin bakışlarından öyle tırsarsın ki, bırak İngiltere’de kalmayı, Çorum Sungurlu’daki halanın evine yerleşmeyi tercih edersin.
    Sayacak yer de çok, her birine takacağım kulp da.
    Aslında demek istediğim şu:
    Gitmeyin güzel insanlar, biz kardeşiz. Gittiniz mi birbirimizi özleriz. Yılda bir gelinen tatille falan da geçmez hasretimiz.

CEM YILMAZ

Ben çocukken çok salaktım.
Edip Akbayram’ın ismini Edi zannederdim. Yani o, benim için Edi Pakbayramdı.
Ablama, Nasıl olup da koca bir günü canın sıkılmadan evde oturarak geçiriyorsun? Demiştim. Büyüyünce insanın canı sokakta oynamak istemez ki cevabını vermişti. Uzunca bir süre büyüyüp büyümediğimi anlamak için kendime, Canın sokakta oynamayı istiyor mu? diye sormuştum.
Annem erkeğin cinsel organını pipi kadınınkini kutu olarak tanımlamıştı. O zamanlar TRTde Cenk Koray’ın sunduğu Tele Kutu diye bir yarışma vardı. Yarışmacılar, Hayır Cenk Bey, ben kutumu açmak istiyorum deyince koşarak odadan kaçardım.
Sabahları kalktığımda aklımın hala yerinde olup olmadığını anlamak için 2+2, 3+4 gibi toplama işlemleri yapardım. Sonuçlar doğru olunca da çok sevinirdim. Dedemle parka gittiğimiz bir gün TRTciler çekim için oradaydı. Beni oynarken çektiler. Yayın günü bizim aile jeneriğinde gözüktüğüm çocuk programını izlemek için televizyon başına geçti. Kendimi ekranda görünce, Beni niye parkta unuttunuz? Diye gözyaşlarına boğulmuştum.
Geri vites kavramım yoktu. Şoför, kolunu koltuğa atıp arkaya doğru bakınca araba otomatikman geri geri gidiyor zannederdim. Benden büyük kuzenlerim dondurmacıların dondurma külahlarının sivri kısmıyla kulaklarını karıştırdığını söylemişti. İnanmıştım. Hala külahların sivri kısımlarını yemem. Çöpe atarım. Babaannem bir gün gelirse sevdiğim dizilerin olmadığı bir gün gelsin istiyordum.
Abimle Karaoğlancılık oynardık. O Karaoğlan olurdu, beni de Bizans askeri yapardı. Sonra evire çevire döverdi. Çok mühim bir şey yaptığımı sandığım için canım yansa bile hiç sesimi çıkarmazdım. Yeşil ve siyah zeytinin ayrı ağaçlarda yetiştiğini sanırdım. Bulmacalardaki, Annenin erkek kardeşi kısmına dayımın beş harfli ismini sığdırmaya çalışırdım.
Anaokulunda patates baskısı yapmayı öğrenmiştik. O kadar hoşuma gitmişti ki, evde duvarlara, masa örtülerine filan basmıştım. Ancak sanat merakım annemin yeni aldığı beyaz eteğe patatesi yapıştırmamla son bulmuştu. Hem gönlünü almak hem de el koyduğu patateslerime kavuşmak için dahiyane bir fikirle öğretmenimin yanına gittim. Annem yazısını patatese oydurttum. Sevinçle eve gelerek soyundum. Renkli boyalara batırdığım patatesi vücudumun her tarafına bastım. Sonra da annemin karşısına geçtim. Beni o halde görünce ağlamaya başlamıştı.
Madonna ile Maradonayı kardeş zannederdim. Kendi kendime,
Bunların babası ne şanslı be. Bir çocuğu futbolun kralı, biri müziğin kraliçesi derdim. Birinden özür dilediğim zaman Allah’ın bana bir özür vereceğini sanırdım. Sakat olacağımı düşünüp hemen dilediğim özrü geri alırdım.
Kurban Bayramında toplanan derilerden uçak yapıldığını sanırdım. Uçakların dış yüzeyi bu derilerle kaplandığı için Türk Hava Kurumunun topladığını düşünüyordum. Uçak kaçırma filmlerinde silahla ateş edildiğinde ya da a patladığında, Ayyy! Deri delindi! Derdim.
“Gil ” diye konuşanları fakir zannederdim. Annem banyodan çıktıktan sonra babamın söylediği, Sıhhatler olsun lafını Saatler olsun diye anlardım. Bunun da, Banyoda amma çok kaldın gibi bir şey demek olduğunu sanıp babamın anneme kızdığını düşünürdüm. Annemin buna karşın niye sadece, Sağ ol dediğini merak ederdim. Ne kibar kadın, derdim.

TÜRK OLMAK

Türkiye’nin ABD Seattle Fahri Konsolosu olan Sayın J. F. Gökçen’in “Türk olmak nasıl bir duygudur?” konulu yazısı…
Türk Olmak…
Aslında çok şeydir, Türk olmak.
Türk olmak, Osmanlı’nın borcunu ödemektir.
Kosova’da ve Bosna’da, Batı Trakya’da ve Makedonya’da bilmem kaç asır geçmişte kalan meselelerin hesabını vermektir.
Türk olmak;
Kıbrıs’ta,
Hocalıda,
Anadolu’da ve Balkanlar’da soykırıma uğrayıp karşılığında yapmadığın soykırımla suçlanmaktır.
Türk olmak;
Faşist olmaktır,
Vatanına, milletine, tarihine sahip çıktığında…
Demokrat ve çağdaş olmaktır vatanına, milletine, tarihine sövüldüğünde…
Türk olmak, lisanının Avrupa’da yasaklanmasıdır ve yine Türk olmak kendini ve derdini anlatamamaktır.
Avrupa’da hor görülmek Türk olmaktır,
Ataların birçok asır önce Viyana’yı kuşattığı için hoş görülmemektir
Sadece kuşatıp; Napolyon gibi bütün Viyana’yı yakmadığı için.
Türk olmak;
Selanik’te Pontus Anıtı’nın,
Viyana’da çiğnenen yeniçeri minberinin ve
Malta’da papazın üzerine bastığı Türk bayrağı heykelinin önünden geçmektir.
Türk olmak zordur, çetindir ve eziyetlidir.
Üç kıtadan dönüp,
Bir küçük yarımadada misafir muamelesi görmektir.
Sayısız imparatorluk kurmak Türk olmaktır.
Türk olmak;
Arabaya koşulan ilk atın vatanında,
İlk yazılı antlaşmanın imzalandığı yurtta,
Yazının bulunduğu,
Paranın icat edildiği
Her metrekaresinden bereket fışkıran bu yurtta,
Kalkınmak için yabancı sermaye beklemektir.
Türk olmak;
Truva’dan bu yana,
Sümer’den bu yana serpilerek gelse de, tarihten eski bu topraklarda,
Bütün zamandan damıtılarak gelen yüksek değerlerine rağmen,
Bir haftalık hafıza ile yaşamaktır.
Doğu Roma’yı da, Batı Roma’yı da yıkıp,
Yeni Roma olan AB’ye girmeye çalışmaktır, Türk olmak.
Türk olmak;

  • Mostar’da köprüdür,
  • Kerkük’te kaledir,
  • İstanbul’da Kızkulesi’dir,
  • Anadolu’da buğdaydır,
  • Çukurova’da pamuktur,
  • Ege’de tütün,
  • Karadeniz’de fındık,
  • Trakya’da ayçiçeğidir.
    Türk olmak;
  • Çanakkale’de ölmektir.
  • Çanakkale’de ölmeden önce düşmana su vermektir,
  • Onun yaralısını sırtında kendi hastanesine taşımaktır.
  • Düşmanın ardından rahmet okumak, kanlısından helallik almaktır.
  • Kar yağdığında kayak yapmayı değil, evsizleri düşünmektir.
  • Balkon köşesine kuşlar için, kışın ekmek kırıntısı, yazın su koymaktır.
  • Yağmura rahmet, kara bereket diye bakmaktır.
    Türk olmak;
  • Harap bir ülkede, zengin ülkelerin müstemlekesini reddedip,
  • Tahtadan kılıç ve ipten üzengi ile paylaşacak ve sahiplenecek tek varlığı fakirlik olmasına rağmen, yedi düvele meydan okumaktır.
    Türk olmak;
  • Askere davul-zurna ile uğurlanmaktır,
  • Belki de dönmeyeceğini bilerek.
    Türk olmak;
  • Annenin, şehit oğlunun ardından; ‘Bir oğlum daha olsun, onu da vatan için göndereceğim.’ demesidir.
  • Babanın gözyaşlarını tutarak, tabutuna son kez dokunurken ‘Vatan sağ olsun!’ demesidir.
    Türk olmak;
    Her hükümetin
  • Enkaz devraldığı, ama
  • Ardında enkaz bırakmadığı ülkede olmaktır.
    Türk olmak;
  • Ecdadın yaşadığı kıtlıktan dolayı, çayın yanında gelen şekerden fazla olanı garsona geri vermektir.
  • Ayni nedenle Türk olmak, yemeği ziyan etmekten korkmaktır.
  • Göz hakkına, diş kirasına saygıdır.
    Türk olmak;
  • Evindeki bir kap aşın yarısını Tanrı misafirine vermektir.
  • Kendi yerde, misafiri döşekte yatırmaktır Türk olmak.
    Türk olmak;
  • Milli maçta ağlamaktır.
  • Ayhan Işık’a, Belgin Doruk’a aşık olmaktır.
    Türk olmak;
  • Aşkını ölesiye sevmektir.
  • Aşkı için ölmektir,
  • öldürmektir.
  • Sevdiceğinin elini bir kez tutamadan, toprağa girmektir.
  • En güzel aşk şiirlerini yüreğinde hissetmektir.
  • Eşkıyaya türkü yakmaktır, Türk olmak.
    Türk olmak;
  • Yunus’u bilmektir,
  • Aşık Veysel’i sevmektir.
  • Mevlana’yı, Hacı Bektaş-i Veli’yi ve Hoca Yesevî’yi, tek bir satırını okumasa da yüreğinde taşımaktır.
    Türk olmak;
  • Saz çaldığında,
  • Ney üflendiğinde,
  • Kös dövüldüğünde ve kaval çaldığında,
  • Yüreğinin derinlerinde bir sızı sezmektir,
  • Bir de Yemen Türküsünde…
  • Hayatın sana verdiklerine ‘Nasip’,
  • Vermediklerine ‘Kısmet ‘demektir.
  • Her işin ‘Hayırlısına ‘inanmaktır ve
  • Ağlamamak için çok gülmekten çekinmektir.
    Türk olmak;
  • Asya’da “Batılı”,
  • Avrupa’da “Doğulu” diye tepki görmektir.
  • Irk sözünü bilmeden yaşamak, yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmektir.
  • Magazin programları ile dizilerin arasına sıkışsa da, silkinip üzerindeki ölü toprağını atabilmektir.
    Türk olmak;
  • En zayıf gününde bile dünyaya meydan okumak,
  • En dertli gününde bile her ufunetin bir şafakta biteceğini bilerek tevekkül göstermektir.
    Türk olmak;
  • Anadolu’da her düşen yağmur damlasına hamdetmek,
  • Her çıkan başak için şükretmektir.
    Türk olmak;
    Medeniyetler mezarlığı Anadolu’da dik durabilmektir!
    Zor iştir Türk olmak…

Minimalist Yaşam Felsefesi

Minimalizm Nedir ve Nasıl Minimalist Olunur?
Çantamızdan evimize, düşüncelerimizden giyimimize, çalışma alanlarımızdan bilgisayarımızın dosya düzenine kadar hayatı sade yaşamak, minimalizm. Türkçe kelime karşılığı “sadecilik” olan ve son dönemde popülerleşen yaşam tarzı olan minimalizm nedir? Hayatın her anında nasıl uygulanır? İnsan için ne tür faydaları vardır?
Bu ve benzer birçok sorunun cevabını nispeten cevaplamak için bu yazıyı örneklerle açıklayarak yazmak istedim.
İnsanların sadeciliğe karşı savunduğu ve oldukça yanlış olan bir görüş var. Bu yaşam tarzını yanlış anlayan kişiler genelde; ama ben hayatı “basit” şekilde yaşayamam ki gibi yanlış bir önerme yaparlar. Sadecilik ya da minimalizm hayatı basit yaşama anlamına gelmez aksine sahip olduğumuz şeyleri nicelik olarak arttırmak yerine nitelik olarak arttırmayı hedefler yani hayatımızı tam anlamda “sade” yaşamaya yönlendirir. “Az ama öz” (Less is more) sloganına sahip olan sadecilik aslında en doğru şekilde bu söz ile anlamlandırılmış.
Sahip olduğun şeyler işine yarıyor mu? Yoksa yaramıyor mu? Bu sorunun cevabı hayatı sade yaşamak isteyenler için altın soru değerinde. İşimize yaramayan şeyleri (şey sözcüğü hem maddi hem de manevi anlamda kullanılmıştır) satın almanın veya elde tutmanın bir manası yok öncelikle bunu benimsememiz gerekiyor.
Ve tabi hayatı sade yaşarken düzenli yaşamakta önemli yoksa yine karışık bir ortamın yaratacağı stres ve yorgunluk sizi bu yoldan geri çevirecektir.
Minimalizm Nedir? Hayatı Nasıl Minimalist Yaşarız?
Sadeciliğin ana sloganı olan “Az ama öz!” sloganını asla unutmamak gerekiyor, bir numaralı kuralımız bu. Hayatımızda yer alan her ŞEYin bir amacı olmalı. Basit birkaç adımla hayatımızı daha sade yaşamaya çalışabiliriz.
İhtiyacın olmayan şeylerin bir listesini yap: Sade yaşama geçişin bir numaralı maddesi, gereksiz her şeyden kurtul. Giysilerinin bulunduğu yeri açıp kontrol etmeye ne dersin? Veya eşya dolabının içinde ne olduğunu hatırlıyor musun? Markette gördüğün kesin işime yarar dediğin ve hiç kullanmadığın o mutfak aletlerinden veya ev süslerinden hiç bahsetmiyorum. Haydi işe koyulma zamanı, gereksiz şeyleri bir kenara ayırıp hepsini bir listeye kaydedin. Bu şeyleri bir şekilde değerlendirin, birisine bağışlayabilirsiniz veya satılabilecek bir şeyse satabilirsiniz.
Hayatını düzenli yaşa: Düzen sade yaşamın önemli anlarından birisidir eğer hayatı düzensiz yaşıyorsanız çok ciddi kayıplarınız var demektir. Öncelikle uyku ve uyanma saatlerinize dikkat edin, bütün gün uyumanın kime ne faydası var? En önemlisi bütün gün uyuyunca kemiklerinizin hepsi kırılmış gibi hissetmiyor musunuz? Peki ya yemek saatleri, onlar ne durumda? Yoksa sizde mi kahvaltı yapmayanlardansınız? Tabi hayatı bir askeri birlik gibi yaşamanın da bir manası yok, düzene sokun dediysek kendinizi sınırlandırmayın yahu!
Hayatı tam anlamıyla sade yaşa:
Yiyecekler ve içecekler:
Yediğiniz yemeklerin saatine dikkat ettiniz peki ya yediklerinize dikkat ettiniz mi? Sürekli yağlı, şekerli veya tuzlu yemek tüketenlerden olmamaya ne dersiniz? Yeri gelmişken bende o pis içecek kolalara laf atayım evet kabul ediyorum bende zamanında çok fazla tükettim, zararın neresinden dönersek kardır, uzun zamandır fazla tüketmemeye hatta neredeyse hiç tüketmemeye karar verdim. İlerleyen zamanlarda unutmazsam kolanın zararlarından detaylı bir şekilde bahsedebilirim. Asitli bir şey istiyorsanız abartmamak kaydıyla şekersiz maden suyu tüketmeyi deneyebilirsiniz. “Minimalizm nedir?” sorusunu aklınıza her zaman getirin, unutmayın hayatın her alanında minimalist oluyorduk.
Haddinden fazla şeker! Çayı ve kahveyi fazla tüketen birisi değilim, tükettiğimde ise çocukluğumdan beri şekersiz tüketirim. Sizde en basit şekilde böyle başlayabilirsiniz, şekersiz içmek zor geliyorsa şeker miktarını azaltmayı deneyin. Canınız çikolata çektiğinde hemen markete gidip çikolataya sarılmayın. Çikolata yerine biraz kuruyemiş belki biraz bal yemeyi deneyebilirsiniz. Canınız çok fazla mı çikolata çekti? Nadirde olsa gidip şeker miktarı düşük kaliteli çikolatalar almayı deneyin.
Arkadaş ilişkileri ve konuşmalar: Hayatı tam anlamıyla sade yaşayın derken kastettiğim tam olarak buydu. Eğer benim gibi çoğu zaman sessiz kalmayı tercih ediyor ve gerekmedikçe konuşmuyorsanız bu zorlu adımı çoktan başarmışsınız demektir. Evet “gerekmiyorsa konuşma”. Hem unutma kötü bir konuşmacı olmaktansa iyi bir dinleyici olmak sana daha çok şey kazandırır.
Kıyafetler: Sade yaşam ile ilgili yazılarda kıyafet bölümüne gelindiğinde refere edilen ilk isim genelde Steve Jobs olur. Kıyafetlerinde benimsediği sade tarz yıllar içinde değişen onca şeye rağmen değişmedi. Sürekli aynı kıyafet giydiği için onu belki eleştirenler olmuştur fakat bu eleştiriler kimin umurunda? O yine de çok başarılı bir CEO olmayı başardı ve ölümünden sonra bile adından sıkça söz ettirmeye devam etti, ediyor. Sizde hep aynı kıyafetler giymek zorunda değilsiniz belki ama belli bir sade tarz benimseyerek bir “kapsül gardırop” yapabilirsiniz belki, ne dersiniz?

Birbirimizi Bazı Uyarıcı Öğütlerle Sevebilmek

Birbirimizi Bazı Uyarıcı Öğütlerle Sevebilmek

  • Her zaman için diye koşullanarak düşünmeyin. Şu anı düşünün, süreklilik kendi kendini çözümleyecektir.
  • Sürekli olarak birlikte olgunlaşın.
  • İlişkilerinize büyük oranda zaman ve enerji yatırımı yapmayı bekleyin. Sürekli ilişkiler bir anda ortaya çıkmazlar. Bunlar, zamanla oluşturulurlar.
  • Tüm ilişkilerin sürekli olmayacağını bilin. Geçici olabileceklerini düşünün ama sanki sürekli olacaklarmış gibi davranışlarınızı sürdürün.
  • Öbür kişinin kişisel ilişkilerine sizinkilerden ayrı olarak saygılı olun. Kendisine değer verdiğiniz kişiler için bu ilişkiler önemliyse, sizin içinde önemli olmalıdır.
  • Öbür kişileri idealleştirmeyin. Onlar yaşantılarını sizin beklentilerinize göre sürdürmeyeceklerdir.
  • Aceleci olmayın.
  • Vermekten korkmayın. Eğer gönülden veriyorsanız, hiçbir zaman çok fazla vermiş olmazsınız.
  • Tüm uyanık olduğunuz saatleri sevdiklerinizle birlikte geçirmek zorundaymış gibi duyumsamayın kendinizi. Zaman zaman bir kenara çekilin ve sevdiklerinizin de ayrı bir yerleri olması için izin verin.
  • Kişiyi, kesinlikle sizin için ‘sevgi adına’ bir şey yapmaya zorlamayın. Sevgi pazarlık konusu yapılacak bir duyumsama değildir.
  • Korkak olmayın.
  • İlişkilerinizi çok aşırı bir titizlikle çözümlemeye çalışmayın.
  • Bu kişinin kaynaklar havuzu olduğunu unutmayın. Bunun anlamı, her bir ilişkide verenin yalnızca siz olmadığı, sizin de sürekli alıcı durumunda olduğunuzdur
  • Birbirinize baskı yaparak kişiliklerinizi bozmayın. Hiç kimse gölgede yetişip olgunlaşamaz.
  • Derin derin düşüncelere dalmayın. Yaşamaya ve sevmeye koyulun. Sonsuza dek yaşamayacaksınız.
  • Kızgınlığı, incinmeyi ve acıyı sürdürmeyin. Unutmaya çalışın. Bunlar enerjinizden çalar ve sizi sevmekten alıkoyarlar.
  • Bir ilişkiye her zaman şunu sorarak başlayın: Bu kişiyle ilişki kurmak istememle ilgili olarak açığa vurulmamış güdülerim var mıdır? Duyduğum özen koşullu mudur? Bir şeyden kaçmaya mı çalışıyorum? Bu ilişkiyi kurarak kişi değiştirmeyi mi planlıyorum? Bu kişiye bendeki bir eksikliği tamamlamak için ne gereksinim duyuyorum? Bu sorulardan birisine yanıtınız ‘Evet’ ise, o kişiyi özgür bırakın. Sizsiz o daha iyi olacaktır.
  • İçinizdeki çocuksu yanı yaşar ve oyun oynar durumda tutun.
  • Kendinizin değerini ölçün. Bir paspasın değerini en iyi bilen, ayakkabıları kirli olan kişidir.
  • Yaşamınızı kendinize acıyarak, kınayarak ve ‘Mea Culpa’ hastalığının belirtilerini uygulayarak sürdürmeyin. Bizler düşündüğümüz kadar kötü değiliz.
  • Bir ilişkiye girmeden önce kendi kendinize öbür kişinin dayanamayacağınız bir özelliği var mı, diye sorun. Eğer varsa, bu özelliğiyle sürekli yaşayabilir miyim diye gene sorun. Eğer yanıtınız ‘Hayır’ ise, ilişki kurmayı bırakın. İlişki kurduğunuz kişiyle birbirinizi seviş nedenlerinizi alt alta döküp yazın. Sonra, işler kötüye gittiğinde listeyi çıkarıp yeniden okuyun. Bu sorunlarınızı ivedi çözecektir.
  • Öbür kişinin sorunlarını kendinizinkiymiş gibi benimsemeyin. Bu durum, yalnızca çözümü iki kat güçleştirmeye yarar.
  • Kendinizi çok ciddiye almayın. Ama, öbür kişiyi ciddiye almakta başarısız olmayın.
  • Alınganlığa, egoizme ve çocukca incinmelere kendinizi kaptırmayın. Bunlar yalnızca ilişkinizin değerini alçatmaya ve yakınlaşmanızı önlemeye yararlı olacaklardır.
  • Gururlu olmayı bırakın. Gurur genellikle sahtedir. Engeller oluşturur ve yakınlaşmayı önler.
  • Sevecenliğinizi ve yakınlıklarınızı artırın. Bunlar bir ilişkinin olgunlaşması için birer kaynaktırlar. Sevecen olunuz. Sevecenlik anlayış ve benimsemenin en emin yoludur.
  • Dinlemeyi öğrenin. Kendi konuşmanızı dinlemekle hiçbir şey öğrenemezsiniz.
  • Sevgi oluşturulabildiğine göre, sevgisiz kalmak için hiçbir neden bulunmamaktadır.
  • Bir ilişkiden ne alabileceğinizi düşünmeyin. O ilişkiye ne katabileceğinizi araştırın.
  • Oyun oynamayı bırakın. Olgunlaşan bir ilişki ancak gerçeklerle ve içten davranışlarla beslenebilir.
  • Bir ilişki içindeyken öbür tarafı sizden başka pek çok kişinin sevdiğini bilmek ne yüce bir duyumsamadır. Bu, sizin ilişki kurmak için çok iyi bir seçim yaptığınızı gösterir.
  • Değerli bir şeyi oluşturabilmek sabır ve enerjiyi gerektirir.
  • Ahlaksal ve ruhsal değerlerin sınırlayıcı değil, koruyucu olduklarını akıldan çıkarmayın.
  • Gülmeye çalışın. Gülmek kalbi çalıştırır ve sizi kalbinizle ilgili sorunlardan korur.
  • Sorunları size bilgi ve değişiklikler getirecek küçük mucizeler olarak görün.
  • Kibar olun. Sevgi kabalığa izin vermez.
  • Bir insan olarak bütünlüğünüzü korurken kendinizi bir başka kişiyle bütünleştirmekten sakının. Bunu da, her biriniz BİRER İNSAN olarak başarabilirsiniz.
  • Siz tüm ilişkilerinizin merkezinde bulunuyorsunuz. Bu yüzden kendi saygınlığınız, gelişmeniz, mutluluğunuz ve işlerinizden kendiniz sorumlusunuz. Bunları başka birinin size getirmesini beklemeyin. Yalnızmış gibi çalışıp yaşamalı; öbür kişileri yaşamınızı zenginleştirecek hediyelermiş gibi düşünmelisiniz.
  • İlişkilerinizin ihmaliniz yüzünden ölmesine izin vermeyin.
    Birbirimizi Sevebilmek s.168-179 LEO BUSCAGLIA

Ben de Bilirdim

Ben de bilirdim her önüme gelene mavi boncuk dağıtmasını. Bir gün onunla bir gün bununla kendimi aldatmasını. Ancak bildiğim bir gerçek var ki; sahte olan her duygu ve davranış aslından uzaklaştırır insanı. Bu yüzden ölünceye kadar yalnız kalacağımı da bilsem, aşık olma ihtimalime ve bu saf duyguma ihanet edemem. Zaman böyle, sende ayak uydur diyenlere inat, kusura bakmayın seviyorum kalbimin eski kafalı oluşunu.

Sufizm’de Su Felsefesi

Sufizm’de SU FELSEFESİ
Suyun doğası bir felsefe anlatır. Mesela dağdan akan suyu düşünün. En az direnç gösteren yolu seçer akmak için. Yani önüne bir kaya çıkacak olursa onunla uğraşmaz, kayayla mücadele etmez, etrafından dolaşıp devam eder akmaya. Suyun bu doğasından alınan ilhamla şöyle der Sufiler: “Seninle uğraşan hiç kimseyle uğraşma, eğer uğraşırsan onunla aynı yerde kalırsın. Etrafından dolanıp devam et yoluna.” Diyelim ki dağdan akan su önüne çıkan kayanın etrafından dolaşamayacak bir yola denk geldi. O zaman ne yapar, birikip üstünden aşar. Yok eğer bu da olmuyorsa sabırla kayayı damla damla delmeye başlar. Kayayı delmeyi başaran suyun kuvveti değildir tabii ki, damlaların sürekliliğidir ki buna da “sabır” derler. Sabretmek hiçbir şey yapmadan oturmak değildir. “Sabır dikenin içinde gülü, gecenin içinde gündüzü hayal edebilmektir.” der Şems-i Tebrizi. Suyun doğası imkansızın bile başarılabileceğini, bunun için sabırlı ve istikrarlı olduğunu öğretir.
Kayayı delen su elbette yine yoluna devam eder. Su hep akar. Bilir ki aktıkça temizlenir. Bazen dere kenarlarında su birikintileri oluşur, akmayan su bulanır, çamurlaşmaya başlar. Üzerine pislik birikir ve Sufiler bu yüzden derler ki: “Sen su gibi ak. Her daim yenilen. Her gün yenilen. İki günün aynı olmasın. Dünü dünde bırak yeni şeyler öğren.”
Mesela su değişimden hiç korkmaz. Ama insanlar değişimi sevdiklerini söyleseler de aslında bundan çok korkarlar. Su değişimi ne güzel de anlatır. Bazen yağmur olur, bazen kar olur, bazen buz olur, bazen buhar olur. Buhar olduğunda çıkar gökyüzüne yağmur olup iner yine yere.
Ayrıca su uyumludur. Çay bardağına koyduğunda çay bardağının şeklini alır, kovaya koyduğunda kovanın. Sürekli bulunduğu yere uyumlanır ama doğası hiç değişmez. Her yere her şeye uyum sağlar. Unutma ki dünyada her zaman doğaya uyum sağlayanlar hayatta kalır. Uyum sağlayanlar esnektir çünkü. Değişime direnenlerse katı. Fırtına en sert en güçlü ağaçları devirir ama esnek fidanlara, otlara hiçbir şey yapamaz. o yüzden esnek olanlar, uyum sağlayanlar hayatta kalır. Aynı zamanda akışa teslim olur. Teslimiyet içindedir. Çünkü bilir ki bütün dereler eninde sonunda büyük denizlere, okyanuslara akar. Elinden geleni yaptıktan sonra hayatın akışına teslim olmaktır bu. Su berraktır, şeffaftır. Olduğu gibidir yani. Paylaşımcıdır. Hep besleyicidir. İnsanları, hayvanları, doğayı besler. Hayatı başlatandır. Su olan her yerde bitkiler vardır, hayvanlar vardır, insanlar vardır. İşte suyun bu yapısından dolayı Sufiler birbirlerine “Su gibi ol Azizim” derler.

Âdâb-ı Muaşeret Dersinden 21 Kural

1960’lı Yıllarda İlkokullarda Okutulan Âdâb-ı Muaşeret Dersinden 21 Kural

  1. Ayakta bir şeyler yiyip içilmez.
  2. Eller pantolon cebine sokulmaz.
  3. Başkasının kusuru ile dalga geçilmez.
  4. Emanet eşyalar fazla geciktirilmez.
  5. Pazarlık yapılırken mal kötülenmez.
  6. Telefon eden kişi önce kendisini tanıtır.
  7. Kalabalık yerlerde sakız çiğnenmez.
  8. Sigara ile bir yere girilmez.
  9. Kusurlar yüze karşı açık açık söylenmez.
  10. Sokak ortasında durarak konuşulmaz.
  11. Alay ve kötüleme imâ ile bile yapılmaz.
  12. Yerlere tükürülmez ve çevre kirletilmez.
  13. Bencillik ancak çocuklarda ayıplanmaz.
  14. Aksırırken, öksürürken el veya mendille ağız kapatılır.
  15. Toplu yerlerde yüksek sesle konuşulmaz.
  16. Uzun zaman kalan misafire oda ayrılır.
  17. Yemek davetinde yemekler geciktirilmez.
  18. Sıra olan yerlerde sıraya geçilir.
  19. Başkasının yanında ayakları uzatarak oturulmaz.
  20. Bir konuyu reddederken terbiyeli ve ciddi olunur.
  21. Başkasının lafı kesilmez, devamlı da konuşulmaz.

Muzaffer İzgü Anısına

Muzaffer İzgü Anısına..
“Babam bir ev yapmış bize, tahta parçalarından… Adana’ya yapılan ilk gecekonduydu. Ondan önce gecekondu bilinmiyordu. Dam çinkoydu, babam eskiciden almış, üstünü çamurla sıvamış, tek oda… Yatak odası, yemek odası, oturma odası, misafir odası, mutfak, hatta banyo, hepsi o oda… Annem bizi leğende yıkardı, kendileri de aynı leğende yıkanırdı, hiç unutmuyorum, annem bir kova su getirir, bir de maşrapa, ben leğene otururdum, annem su dökerdi kafama, bütün içtenliğimle söylüyorum, havlu yoktu, annem eski fanilaları birbirine dikip bir şey yapmıştı, onunla bizi kurutur, köşeye oturturdu. Yer yatağına, yere sıralanır yatardık, en başa babam, yanına annem, yanına ablam, yanına öteki ablam, yanına ağabeyim, en uca ben, üç kişiye bir yorgan düşerdi, Tekir vardı, kedimiz, kim çok üşüyorsa, annem Tekir’i onun üzerine koyardı, Tekir ısıtırdı sabaha kadar… Gece yarısı yağmur yağarsa, tıp tıp tıp, yağmur damlası tam da benim burnumu bulurdu. Şubatta odun kömür biterdi bizde. Ama hepimiz birbirimizi çok severdik, annem babamı çok sever, babam annemi çok sever, kardeşler birbirini çok severdi, böyle bir evden çıktım ben.”
“Babam okulda hademeydi. Annem çamaşıra giderdi, onun bunun çamaşırına… Önüne dağ gibi çamaşır yığarlardı, karşılığı bir lira… Deterjan yok o zamanlar, küllü su vardı, küllü su elini parçalardı, akşam bir lirayla mutlu mutlu gelirdi. O yoksulluk içinde annemin üç çeşit yemeği vardı, etli bulgur, otlu bulgur, sütlü bulgur… Etli bulgur dediğim, et yok, annem ekmeğin kabuğunu kuyruk yağında kızartırdı, bulgur içine dizerdi, Alllahhh, oldu sana etli bulgur, çatır çutur yerdik. Seyhan’ın kıyısından ebegümeci toplardım, otlu bulgur olurdu.
Sütlü bulgur ise, aslında ayranlı bulgur, paramız bir kase yoğurda yeterdi, bir kase yoğurda bolca suyu karıştır, o ayranı yedi insanın yiyeceği bulgura karıştır, güya sütlü bulgur… Ama dedim ya, sevgi öylesine çoktu ki evde, sevgi karnımızı doyuruyordu.”
“Annem de babam da Atatürk ve Cumhuriyet tutkunu insanlardı.”
“29 Ekim 1933, Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyet’in 10’uncu yılı… Gündüz resmigeçit olurdu, Atatürk Parkı’nın orada yapılırdı, annem gündüz törene gidiyor, izliyor, alkışlıyor. Annem okuma yazma bilmezdi, ama nasıl bir Cumhuriyetçi kadındı… Gece fener alayı var. Annem illa ‘ben fener alayına gideceğim’ diyor. Bana dokuz aylık hamile… Babam yalvarıyor, ‘yahu hanım gündüz gittin, karnın burnunda, orada sancın filan tutmasın’ diyor. Annem dinlemiyor, ‘yok ben gideceğim’ diyor. Babam ne desin, peki diyor. Karşı komşumuz Nazmiye Hanım teyze var. Onunla birlikte gidiyorlar. Adana Saathane’nin orası, mahşeri kalabalık, Yağ Cami’nin oradan bando çala çala geliyor. Annemin sancısı başlıyor! Nazmiye Hanım teyze polise koşuyor, ‘çok kalabalık çıkamıyoruz’ diyor, polis çare buluyor, ‘bandonun arkasına takılın, ilk boşluktan çıkın’ diyor. Önde bando, arkasında annem, karnında ben, arkamızda fener alayı… Eve geliyor, doğuyorum. Bando mızıka takımı “çıktık açık alınla” dedikçe, ben de annemin karnından çıkmak için bağırıp duruyormuşum. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde Onuncu Yıl Marşı eşliğinde doğuyorum, var mı daha büyük mutluluk.”
“Beş yaşındayım. Babam o zamanlar Saathane’nin oralarda bir kahvede garson olarak çalışıyor. Patronuna ‘yarın Atatürk gelecek, çocuklarımı götüreceğim, büyük insanı yakından görsünler’ diyor. Patron itiraz ediyor, ‘sen gidersen çayı kim taşıyacak?’ diyor. Babam ‘istersen işime son ver, ben yarın çocuklarımı Atatürk’e götüreceğim’ diyor. Ertesi gün, annemin elinde bir kara torba, babamın elinde bir testi, yola düştük, Atatürk istasyon alanına gelecekmiş, kürsünün 20 metre kadar uzağındayız, yer tutmak için erken gittik, kara torbada zeytin ekmek, karnımızı doyurduk, suyumuzu içtik, bir gürültü bir ses, Atatürk geldi… Herkes ayağa kalktı, ben de kalktım ama nerede göreceğim, boyum yetmiyor, alkışlar, Atatürk çok yaşa sesleri, babam beni omzuna oturttu, ben de alkışlıyorum aklım sıra, az daha arkam üstü düşüyordum, babam son anda yakaladı, o sırada gördüm o güzel insanı, bir heyecanlandım, ‘bak baba Atatürk baba’ filan diye bağırıyorum, son sözleri hâlâ aklımda, ‘çok çalışacağız arkadaşlar’ lafını hiç unutmuyorum, belki de ömrüm boyunca bu denli çalışmamın sebebi budur, ‘çok çalışacağız arkadaşlar’ dedi, beynime kazındı, kürsüden indi, gitti. 1938’di. Babam hem sevinçliydi, hem üzgündü, ‘hasta hasta Adana’ya geldi’ demişti, ‘niye baba?’ diye sordum, ‘seni görmeye geldi oğlum’ dedi, ben bir şiştim, bir sevindim, çocuk aklı işte, Atatürk beni görmeye gelmiş… İşte böyle bir ana babadan, böyle bir evden çıktı Muzaffer İzgü.”
“Atatürk öldüğünde, biz dört arkadaşım, elektrik direğinin dibinde ağlamaya başladık. Ağlıyorum ama, neye ağladığımı bilmiyorum tabii, ‘Atatürk ölmüş’ dediler, ağlamaya başladılar, ben de ağladım, gözyaşlarımızı bir havuza toplar gibi ağladık arkadaşlarımla… Koştum sonra, eve gittim. ‘Anne Atatürk ölmüş’ dedim, ağlıyordu annem… Nuri amca diye bir akrabamız vardı, yakınlarda götürüp toprağa koymuştuk, ‘Nuri amca gibi mi oldu?’ dedim, annem ‘he oğlum’ dedi, benim bir gidişim var arkadaşlarımın yanına, nasıl ağlıyorum, Atatürk ölmez çünkü, beynimde öyle bir insan o, ışıklar içinde yatsın, büyük insanım o benim, çok büyük insanım o benim.”
Muzaffer İzgü, Muzaffer İzgü’yü işte böyle anlatırdı.
Mübarek adamdı.
Onuncu Yıl Marşı’yla geldi.
Zafer Bayramı’yla veda etti.
Eğilmeden, bükülmeden, biat etmeden, nasıl başladıysa öyle bitirdi.
Mustafa Kemal’in askeriydi.
Henüz ilkokul sıralarımda tanıştığım, zihin dünyamızın şekillenmesini sağlayan, yolumuzu aydınlatan meşaleydi.
Zorluklar karşısında hayata gülümseyerek bakmamızı… “Kindar nesil” olmak yerine, daima “insan nesil” kalmayı öğretti.
Değerli öğretmenim, güle güle…
Ülkeyi yönettiğini zanneden bademler, iddia ediyorum, eğer bir kitabınızı bile okumuş olsalardı, bugün çok başka olurdu Türkiye.
YILMAZ ÖZDİL